Waldorf ile başlayan eğitim ekollerine dair merakım şimdillerde mindfulness temelli çocuk eğitim ve öğretim temelleri ile ilgili okumaya araştırmaya evrilmiş durumda..
16-17.Şubat.2019 Ankara’da bir haftasonu çalışmasının ardından bende uyananları biiirr biirr yazmalıyım. 🙂
22 kişi gelmiş, aralarından bir tanesi benim. Çok kişiyiz diye bir ufak atar yaptı zihnim. Okey başlayalım bakalım dedim. Bir kadın geldi nasıl güzel bir kadın diye geçirdim içimden. Parlıyor gibi geldi. Ama o parlama magazin dergilerinin kapaklarındaki kadınların parladığı gibi bir parlama değil başka birşey..
Çocuksuluk vardı yansıttığında..
Başladı konuşmaya.. Bakıyorum anlattıklarına sonra bakıyorum yaptırdıklarına sonra tekrar tekrar bakıyorum.. not alıyorum kafa sallıyorum.. bir zihnime bakıyorum bir kalbime bakıyorum..
önce bi anlayamadım bende neyin değiştiğini neyin kıpraştığını..
anlayamıyorum hala evet hala anlayamıyorum.. çünkü anlamak üzerine bişey değildi.. 🙂
.. yeteri kadar anlamışım zaten ama olmayan olmamış yine…..
şimdi belki bu yazı da bunu anlamak istememin bir itkisi olabilir bende.. illa ki bir şekle sokup koymak için zihnime.. yılların verdiği alışkanlık tabi!
olsun ona da tamam.. yine de yazacağım.. Ne bekliyordum bu güzel kadından?
müthiş entellektüel müthiş akademik olağanüstü özenle seçilmiş kelimelerle anlatılan, zihnimin içinde wawww diyebileceğim bir bilgiler bütününü alacağım. İnsan beyni ile ilgili bilimsel gerçekleri öğreneceğim. İnsan beyninin nasıl çalıştığını idrak edeceğim. Sinir sisteminin nasıl çalıştığını idrak edeceğim. Sonra da tüm bu idrak ettiklerimle ben daha mutlu olacağım, yaşama sevincimi hissedeceğim SANIYORDUM.. 🙂 🙂
Bilgine bilgi katmak ve o bilgilerle zihninin içinde bir aydınlanma yaşayacağına inanmak ZANNI ne güçlü Allahım!
Bilgi.. senin geçmişinde yaşadığın ennn güçlü travmaların çözülmesi olabilir, niye yaşadığını hangi ihtiyacın için yaşadığını zihninde idrak edersin.. anlarsın.. ama bunu anlamak bizi daha mutlu bir insan yapıyor mu? Devamlı araştırmak, devamlı bir şeylerin peşinde koşmak, devamlı bir yapma hali içinde olmak ne kadar yorucu ne kadar tüketici… ne kadar da yetersizliği besleyici bişey..
İkinci günün sonunda bendeki durum şu şekildeydi:
Elimdeki defterde bilimsel hiçbir doğru dürüst bilgi yok… şöyle havalı sözcükler yok amigdala, frontal lob, hipotalamus falan… kendisi anlatmasına rağmen ben yazmamışım.. çünkü öyle bir anlatıyordu ki hani işin bilimsel kısmı bu bilseniz de oluururrrr bilmeseniz de olurrrr gibisinden 🙂 benim yazdıklarım şunlardı: ben travmaya odaklanmadan travmamı nasıl çözüyorum.. dikkati dışarı yönlendirmek nasıl oluyor.. öyle olunca ne oluyor vs.vs. ve en önemlisi duyumsal deneyim ne demek…
İşte bütün meselem buydu.. şu duyumsal deneyim nasıl birşey ve benim önceki yaşadıklarıma benziyor mu, farklı olarak ne yaşayacağım..
Ama yine de istemsiz bir biçimde farkında olmadan ben yaşamak istediğimi düşünürken yine zihnimin içinde biriktirmek gibi algılıyormuşum…!
Bir şeyi gerçekten yaşamak zihinde olur mu???
Bir şeyi gerçekten yaşamak kalpte olur..
Dannnn… Bu iki gün kalp odaklı bir şeyleri hissetmek adına bir devrim oldu sanki..
Hiçbir şey yapmamak ve gözünün gördüğü kulağının duyduğu tenine değen bir şeyler ile kalabilmek .. bu derece hoş olabilir mi? yani bu kadar basit ve güzel bir şeye bu kadar uzak olunabilir mi şu hayatta!
Yaşadıkları hayatın doluluğuyla önemliliğiyle kendilerine değer biçen bu insanlık için çok farklı çok yeni bir dünya diliyorum. Çünkü şifalanmak “yaparak” değil “olarak” çok mümkün..
(Köstebekkolektif.org sitesinden alıntıladığım Cengiz Başkaya’ya ait bir yazıdır.. inanılmaz sade ve herkesin rahatlıkla anlayabileceği bir dille yazılmış. Okuyup üzerinde düşünüp vizyonlarımızı genişletmemiz gereken alanlardan biri.. yapay zekadan bahsediyor.. doğal zeka mı daha tehlikeli yapay zeka mı sizce? )
İnsanlık, tarihinin en önemli, en etkili, en hızlı değişim sürecine girmek üzere. 18. Yüzyılın başında buharlı makinelerin icadı, demir üretiminin artması, demiryollarının yaygınlaşmasıyla birinci sanayi devrimi başladı. 19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren çelik üretim tekniğinin gelişmesi, elektrik, petrol ve değişik kimyasalların üretim sürecine katılması ikinci sanayi devrimi olarak tanımlandı. Seri üretim bu dönemin tipik özelliği oldu.
1970 den itibaren bilgisayar teknolojisinde,
telekomünikasyon, robotik, lazer, fiberoptik ve biyogenetikte çok hızlı
gelişmeler, internetin yaygınlaşması, bilgiye ulaşmanın kolaylaşması,
otomasyonun birçok alanda kullanılması üçüncü sanayi devrimi olarak kabul
edildi.
Artık dördüncü sanayi devriminin, başka
bir tanımlamayla Endüstri 4.0’ın eşiğindeyiz. Bu devrimin en önemli
belirleyicileri yapay zeka, robotik ve kuantum bilgisayarları olacak.
Bilgisayar teknolojisinin çok hızlı
ilerlemesi, yazılımların gelişmesi, otomasyonun ve robot teknolojisinin hemen
her alana girmesi çalışma yöntemlerini ve koşullarını zaten çok değiştirmiş
durumda. Çiplere yerleştirilen devre sayısı Moore Yasasına uygun olarak her 18
ayda iki katına çıktı. Geometrik bir dizi izleyerek kırk yılda iki milyon kat
arttı. Günümüzde tırnak genişliğindeki bir USB kartına gigabyte boyutunda veri
yükleniyor. Transistörler nano ölçülere kadar küçüldü. Klasik bilgisayarların
gelişmesi fiziksel sınırına dayandı. Bir üst aşamaya kuantum bilgisayarların
rutin kullanıma girmesiyle geçilecek. İşlem hızı ve kapasitesi günümüz
bilgisayarlarıyla kıyaslanamayacak ölçüde artacak. Yapay zeka asıl gelişmeyi
kuantum bigisayarları kullanarak gösterecek.
Yapay zeka uygulamaları şimdiden birçok
alanda kullanılıyor. Apple’ın sesli asistanı Siri yazılımı, Microsoft’un sesli
asistanı Cortana birer yapay zeka örneği. IBM ‘in Deep Blue bilgisayarı daha
1997 de dünya satranç şampiyonu Kasparov’u yenmişti. Google’ın yapay zeka
algoritması Alpha Go, satrançta çok daha fazla hamle olasılığı bulunan Go
oyununda Çin’li dünya şampiyonu Kei Je’yi yendi. Artık farklı yapay zeka
programları arasında Go şampiyonaları düzenleniyor. IBM’in Watson projesi tıpta
değişik alanlarda kullanılıyor.
Sürücüsüz araçlar şimdiden yollarda.
Yeni nesil çamaşır makinelerinde çamaşırın ağırlığına, rengine, kirliliğine
göre en uygun programı seçen, yapay sinir ağlarının kullanıldığı bir yapay zeka
uygulaması.
Bu örnekler ortalıkta görünür olanlar.
Fakat birçok bilimsel buluşta olduğu gibi yapay zekanın da ilk önce silah
sanayiinde kullanıldığından kuşku yok. Akıllı füzeler, hedefini kendisi
belirleyip ateşleyebilen makineli tüfekler, silahlı insansız hava araçları ve
uçaklar, insansız tanklar, kendi rotalarını belirleyebilen, limanlara giriş
çıkışları kendi kendine yapabilen savaş gemileri, öldürmeye programlanmış robotlar
çoktan hazır.
Yapay zekanın olası tehlikelerine
ilişkin endişeler bu kavramın yeni oluşmakta olduğu, çalışmaların emekleme
döneminde olduğu dönemde dile getirilmeye başlandı. I. J. Good 1965 te “Eğer
biz süper zeki sistemler inşa edersek, bu insanlığın son icadı olabilir”
demişti. İngiliz fizikçi ve bilgisayar bilimleri uzmanı Stuart J Russell
gelecekte bilişim sistemleri daha da zeki olduklarında onların kapasitelerine
çok daha bağımlı olacağımızdan ve kendimizi bu sistemlerin kontrolu altına
girmiş durumda görebileceğimizden endişe duyuyor.
Bazı bilişim uzmanları kendi kendine
öğrenebilen, daha iyi donanım ve daha iyi algoritmalarla kendini yeniden dizayn
edebilen bir sistemin bir zeka patlaması göstererek ilerlemesinin çok
hızlanacağını ve çok kısa sürede insan türünün anlayamayacağı bir aşamaya
geçeğini öngörüyorlar.
Stephen Hawking, robot ve
bilgisayarların çok gelişmesinin bir noktadan sonra insanlığı tehdit eden bir
noktaya geleceğini söylemişti. Bill Gates ve Elon Musk da yapay zekadan kaygı
duyanlar arasında.
Bilimin, keşif ve icatların kötü amaçlar
için kullanılması yeni bir durum değil. Üstelik neredeyse bir kural. Yani yapay
zekanın olası tehlikeleri için endişe duyarken doğal zekanın tarih boyunca
inasanlığa, tüm canlılara ve doğaya verdiği zararları unutmamak gerekir. Yapay
zekayı şeytanlaştırmak doğal zekayı iyilik meleği gibi görmek için yeterli
değil.
İnternetin daha 60 lı yıllarda ABD
ordusunun tüm birimleri arasında en kötü koşullarda bile asla kopmayacak bir
iletişim ağı kurma çabasından (ARPANET) doğduğunu hatırlayalım. Barutun gücü
hemen silah gücüne dönüşmüştü. Uzaya çıkmayı sağlayan füze teknolojileri Nazi
Almanya’sının Londra’yı düşürülebilen savaş uçakları yerine engellenemeyecek
bir silahla vurma projesinin ürünüydü. Birkaç başarısız denemeden sonra savaşın
sonuna doğru da olsa Londra’yı vurmayı başardılar.
Atom çekirdeğinde saklı muazzam bir
enerjinin varlığının keşfedilmesinden kısa süre sonra bu bilginin hayata
geçirildiği ilk uygulama insanlıkla birlikte tüm canlıların hayatını tehdit
edecek olan atom bombası oldu. Bu müthiş silah tüm dünyaya gözdağı vermek için
savaşı zaten kaybetmiş ve teslim olmuş Japonya’da sivil bir hedefe, Hiroşima
şehrine 1945 yıl 6 ağustos günü atıldı. Tek bombayla sivil-asker, kadın -erkek,
erişkin-çocuk ayrımı yapmadan 140 bin insan öldürüldü ve aynı anda bir şehir
ortadan kaldırıldı. Tek seferde en çok insan öldürme, en büyük maddi hasarı
verme rekorları kırıldı. Radyasyonun geç etkilerine bağlı anomalili doğumlar
onyıllarca sürdü. Kanser olguları aradan üç çeyrek yüzyıl geçmesine rağmen halâ
sürüyor.
Bombanın adı da pek sevimliydi; “küçük
çocuk.” Üç gün sonra Nagazaki şehrine “şişman çocuk” lakaplı ikinci bomba
atıldı ve 70 bin kişi öldü. Bu olay bilimin büyük bir başarısı olarak kabul
edildi, takdir ve hayranlıkla karşılandı. Fizik bilimindeki bir gelişme dünyada
dengeleri değiştirdi. ABD muazzam silah gücünü arkasına alarak dünyanın yeni
hakimi konumuna geldi.
Lazer teknolojisi sanayide kullanıma
başlamadan önce akla hemen ölümcül bir silah üretmek geldi. 20. Yüzyılın
başında ilk uçaklar henüz yolcu taşımaya başlamadan bombardıman için
kullanıldı. 1911 de Trablus’ta bir İtalyan askeri pilot havadan ilk bombayı
Osmanlı askerlerine attı. Hiçbir hasar veremese de bu olay İtalya’da büyük bir
coşku yarattı. Gökyüzüne yükselen insanın aklına ilk gelen yerdekileri kolayca
öldürmek fikri oldu.
Yapay zekanın önemi yaşamın bütün
alanlarını temelden değiştirme potansiyeline sahip olması. İnsanlığın
tarihindeki en büyük bilimsel girişim olarak değerlendiriliyor. Klasik
bilgisayarlar büyük ölçülerdeki verileri ve bilgileri saklayıp, istendiğinde
hızla geri çağırmaya, belirli programlama yöntemleriyle otomasyona olanak
sağlıyorlar. Fakat sisteme yüklenen verilerden daha fazlası çıktı olarak
alınamıyor. Yapay zeka daha fazlasını ifade ediyor. Deneyimlerden ve eklenen
yeni verilerden yeni sonuçlar çıkarabilen, öğrenebilen, tahminde bulunabilen,
çözümler önerebilen ve üretebilen, insan beynine benzer şekilde çalışan bir
sistem söz konusu. Bu yüzden nörobilim yapay zeka çalışmalarına büyük katkı
sağlıyor. İlginç biçimde yapay zeka çalışmalarındaki ilerlemeler de insan
beynini daha iyi anlamamıza yardımcı oluyor. Fakat insan zekası sistemin tek
esin kaynağı değil. Hayvan davranışları ve doğanın işleyiş biçimi de incelenip değerlendiriliyor.
Başvurduğu çok sayıda bilim dalı ve
farklı disiplin var. Bilgisayar bilimleri, matematik, dilbilimi, biyoloji,
biyogenetik, fizik, kimya, psikoloji, felsefe, robot bilimi gibi.
Yapay zeka şimdiden beste ve resim
yapabiliyor, matematik kuramı geliştirebiliyor, tıbbi tanı koyabiliyor,
öğrenebiliyor ve öğretebiliyor, uçak kanadı tasarlayabiliyor, hava tahmininde
bulunabiliyor.
Bilgisayarlar görme, işitme, dokunma
duyularını çoktan kazanmıştı. Koku ve tatları ayırt etmeye yönelik çalışmalarda
da epey mesafe alındı. İnsanın sahip olduğu beş duyuyu digitalleştirilme işi
tamamlanmak üzere. Kısa sürede bu teknolojinin mobil telefonlara
sığdırılabilecek hale geleceği öngörülüyor. Facebookta yemek fotoğrafı
paylaşılırken yemeklerin tat ve kokuları da gönderilebilecek. Bu sayede dostlar
daha çok kıskanacak, düşmanlar daha şiddetli çatlayacak. Doğal dil işleme,
diller arasında çeviri yapma, sesli soruları anlayıp, konuşarak cevaplama,
dudak okuma, yüz ve retina tanıma, şaşmaz bir kesinlikle mesafe ölçme rutin
işler arasına.
Yapay zeka ve robotların yaygın
kullanımı birçok mesleği gereksiz hale getirecek. Dünya çapında yüzmilyonlarca
insan işini kaybedecek. Etkilenmiyecek hiçbir alan kalmayacak. Otomasyon kol
emeğine olan ihtiyacı azaltırken kafa emeği de birçok konuda işlevini yapay
zekaya devredecek.
Gelmekte olan yeni dalga mavi yaka,
beyaz yaka ayırımı yapmadan çalışma biçimlerini dönüştürecek. Örneğin,
zenaatların ve zenaatçıların neredeyse tümüyle ortadan kalkması kaçınılmaz
görünüyor. Üç boyutlu yazıcıların gelişip yaygınlaşmasıyla istenen heryerde en
karmaşık araçlar ve eşyalar üretilebilecek. Fabrikalarda işçiye çok az gerek
duyulacak, ya da hiç duyulmayacak. İstifleme ve yükleme işleri robotlara emanet
edilecek. Yük taşıma sürücüsüz araçlara emanet edilecek. İnşaatlar büyük ölçüde
robotlarla yapılacak.
Yapay zeka uygulamaları banka
çalışanlarını tümüyle gereksiz hale getirecek. Zaten banka şubelerine de gerek
kalmayacak. İnsansız bankacılık görünmez bankacılığa evrilecek. Çağrı merkezi
çalışanları yerlerini yapay zeka programına bırakacak.
Düşük ücretli işlerde çalışanların
işlerini kaybetmesi beklenen bir durum. Fakat en kalifiye işleri yapanlar bile
etkilenecek. Yolcu uçağı pilotluğunun herhalde en üst düzeyde eğitim, bilgi,
cesaret beceri ve tecrübe gerektiren mesleklerden biri olduğu tartışılmaz. Uçak
kalkışını tamamlayıp, olağan düzenli seyrine başladığından inişe geçtiği ana kadar
otomatik pilot zaten devreye sokuluyordu. Kalkış ve inişleri de yapay zekanın
kontrolunda büyük bir kesinlikle yapmak mümkün hale geliyor. İnsan pilota
ihtiyacı ortadan kaldırabilecek bir gelişme. Uçak üreticileri pilotluğu tümüyle
otomasyona ve yapay zekaya devretme çalışmalarında epey ilerlemiş durumda.
IBM’in yapay zeka programı Watson tıp
alanındaki uygulamalarıyla dikkat çekiyor. Örneğin, tıbbi görüntüleme
tekniklerinin tanıda kullanılmasında büyük veriden yararlanıyor. Bir radyoloji
uzmanının meslek yaşamı boyunca inceleyebileceği toplam görüntü 20 bini
geçemezken, Watson’a milyarlarca radyogram, ultrasonogtrafi, bilgisayarlı
tomografi ve MR görüntüsü yüklenebiliyor.
Sistem çok sayıda veriyi saniyeler
içinde karşılaştırıp tanıya gitmek üzere programlanmış. Tanılardaki isabet
oranı, sistemin öğrenme özelliği sayesinde giderek artıyor. Radyoloji
uzmanlarının bu gelişmelerden de yararlanarak mesleklerini daha verimli
yürütmeleri akla yatkın görünüyor. Fakat ekonomik akıl harekete geçti bile. Kâr
marjını arttırmanın en kolay yolu maliyeti azaltmak. Bir radyoloğun temel
eğitimden sonra 15 yılı bulan mesleki eğitiminin topluma maliyeti ve
hastanelerin uzmanlara ödediği ücretler hesaplandı. İstenilen sayıda
kopyalanabilen ve büyük veri desteğini arkasına alan bir yazılımın bu uzmanlara
olan gereksinimi ortadan kaldıracağı konuşulur oldu. ABD’de radyoloji uzmanlık
eğitimi için yeni asistan alınmasının durdurululması ciddi ciddi tartışılıyor.
Bu tehdit sadece radyologlarla sınırlı değil. İnsan kontrolunda robotik
cerrahi, göz ve beyin operasonları dahil cerrahinin her alanında yaygınlaşmaya
başladı. Yeni hedef cerrahı devreden tümüyle çıkarmak ve operasyonu tümüyle
yapay zekanın kontrolündeki robotun yapması.
Amerika’da Baker Hostetler adlı hukuk
bürosu IBM’ in geliştirdiği hukuk programı Ross’u işe aldı. Ross şimdilik
sadece icra-iflas davalarına bakıyor. Böyle bir uzman sistemde tüm kanunları,
tüzük ve yönetmelikleri, belli bir konudaki tüm dava dosyalarını, yüksek
mahkemelerin tüm içtihat kararlarını büyük veri olarak yüklemek mümkün. Bir
dava ile ilgili verileri toplamak, ilgili yasa maddelerini araştırmak çok zaman
alan bir iş. Birleşik Devletler’de bu işi yapmak üzere avukatlık bürolarında
çalışanlara paralegal, ya da paralawyer deniliyor. Hukuk Fakültesi öğrencileri,
yeni mezun olup avukatlık yetkisini almamış mezunlar ve meslekte yeni olan
avukatlar istihdam ediliyor. En iyi işler sıralamasında yirminci sırada yer
alan bu meslekte 260 bin kişi çalışıyor.
Uzman hukuk yazılımı bir paralegalin
360.000 saatte toplayabileceği veriyi saniyeler içinde bulup çıkarabiliyor.
Oldukça iyi eğitim görmüş 260 bin çalışanın hiç düşünmeden kapı dışarı edilmesi
için iyi bir gerekçe. Ekonomik akla da çok uygun görülecektir. Zamanla
avukatlık da tehdit altındaki meslekler arasına girebilir.
Hukuk alanında geliştirelecek yapay zeka
temelli uzman sistemlerin yargıçların yerine kullanılabileceği de öngörülüyor.
Yargıçların benzer davalarda farklı kararlar verebilmeleri gösterilen
gerekçelerden biri. ABD’de yapılan bir araştırmada tutuklu sanıkların
tutukluluk halinin devam mı edeceği, tutuksuz yargılama kararı mı verileceğinin
belirlendiği bir dizi duruşma incelenmiş. Özellikle haftanın ilk çalışma
günündeki duruşmalarda kahvaltısını yapmış, iyi dinlenmiş haldeki yargıçların
öğleden önce daha çok tutuksuz yargılama kararı vermeye, öğleden sonra yorulup,
sinirleri gerginleşmeye başlayınca çoğunlukla tutukluluğun devamına hükmetmeye
eğilimli oldukları belirlenmiş. Uzman sistemlerin subjektif etkilerden uzak
olacağı için daha adil kararlar vereceği savunuluyor.
Muhasebecilik de yerini yapay zekaya
bırakacak meslekler arasında görülüyor.
Yapay zekanın neden olduğu değişiklikler
o kadar hızlı ki, bugün bir meslek edinmek için üniversiteye başlayan bir genç
mezun olduğu yıl o meslek ortadan kalkmış olabilir. Birinci ve ikinci sanayi
devriminde de birçok meslek ortadan kalktı, yeni meslekler ortaya çıktı. Fakat
süreç yavaştı ve geçişler için zaman vardı. İnsanlar 15-20 yıl sonra neler
olabileceğini, ya da olmayacağını öngörebiliyor, ona göre konum alıp, planlar
yapabiliyorlardı. Günümüzde ve asıl yakın gelecekte kaçınılmaz ve hızlı
dönüşümlerin bir dizi sosyal ve ekonomik sorun yaratacağından kuşku yok. Bu
çalkantıların en aza indirilmesi için önlemlerin ivedilikle alınmaya başlanması
gerekiyor.
Otomasyon maliyetleri azalttığı için
toplumda kolay kabul gören bir uygulama. Fakat üretimin büyük ölçüde bu yöne
kayması çok sayıda insanı denklemin dışına iterken servetler giderek daha az
kişinin elinde toplanacaktır. Neoliberal ekonomi uygulamalarının tüm dünyada
belirleyici olduğu günümüz dünyasında gelir adaletsizliği zaten çok derinleşmiş
halde. En zengin 80 kişi en fakir 3,5 milyar insanın gelirine denk servete
sahip. Ticari malların nispeten ucuza maledilmesi ucuza satılacağının garantisi
değil. Geleneksel fotoğrafçılık yerini dijital fotoğrafa bıraktığında
fotoğrafçılık çok kolaylaştı ve maliyetler çok düştü. Fakat gıda maddelerinin
fiyatları aksine giderek artıyor.
Barınma, ulaşım, eğitim giderek daha
pahalı hale geliyor.
Büyük çapta bir işsizler ordusunun
oluşturulduğu günümüzde çalışanların işlerini kaybetme korkusu sürekli ve
canlıdır. Dışarıda aynı işi çok daha düşük ücretlerle yapmaya razı ve buna
mecbur olan yedekler hazır beklemektedir. Yakın gelecekte otomasyonun ve robot
teknolojisinin daha da gelişmesi ve yapay zekanın birçok alanda kullanılmaya
başlamasıyla çalışanlar üzerinde “dışarıda senin yaptığın işi çok daha ucuza
yapacak binlerce kişi var” tehdidine “Senin işini çok daha ucuza yapacak
robotlar, programlar var” tehdidi eklenecektir. Bu tehdit sadece düşük ücretli
işler için değil, en karmaşık ve ileri uzmanlık gerektiren işler için de
geçerli. Kitleler üzerinde asıl tehdit zaman zaman işsiz kalmak, sık sık iş ve
sektör değiştirmek değil artık. Tümüyle gereksiz hale getirilme ve sistemin
dışında kalma, değersizleşme gündemde. Slovaj Zizek’in çok iyi ifade ettiği
gibi, bugün bir işte uzun süreli çalışarak kendini sömürtebilmek bir ayrıcalık
haline geldi.
Kullan-at çalışanlara ek olarak iş
dünyasının gözünde çöpe dönüştürülmüş milyonlar geleceğin en büyük sosyal
sorunu olacak.
Taşımacılığın tümüyle otomatlaşmasının
trafik kazalarını ve buna bağlı ölümleri azaltacağı öngörülüyor. Artık
sürücülük yapmıyacağı için kazada ölme riski ortadan kalkan kamyon şöförünün
açlıktan ölme riskine de çözüm bulmak gerekir.
Otomasyonun ilk başladığı dönemde
robotların bizim yapamayacağımız, ya da yapmak istemeyeceğimiz zor ve kötü
işleri üstleneceği beklentisi vardı. Yakın gelecekte ise insanların sadece
robotların ve yapay zeka sistemlerinin yapamayacağı işlere mahkum ve razı
olmaları riski var.
Bilgi teknolojilerinin birçok konuda
hayatı kolaylaştırdığına şüphe yok. Bugün internete bağlanabilen bir cep
telefonuna sahip bir ortaokul öğrencisi 30 yıl öncenin bir üniversite
profesöründen çok daha fazla bilgiye çok daha hızlı şekilde ulaşabilir durumda.
İnsanlar arasında iletişim olanakları zaman ve mekan engelini de ortadan
kaldırarak çok arttı ve kolaylaştı. Fakat her değişim salt iyiliklerle
gelmiyor. Ortaya çıkan ve çıkacak olan ekonomik ve sosyal sorunları görmezden
gelmek akılcı olmaz,
Muazzam ölçüde bilgiyi saklayabilen,
öğrenebilen düşünebilen kendini yenileyebilen ve insan zekasını aşarak tüm
kararları alıp, uygulama konumuna erişen yapay zekanın kontrolu ele alarak
insanlığın sonunu getirebileceği yönünde endişeler var. Bu çok düşük ve çok
uzak bir olasılık.
Yapay zekaya kötülüğü öğretecek olan da
yine insandır. Ayrıca doğal zekanın insanlığa ve doğaya bugüne kadar verdiği
korkunç zararlar ortada. Kanımca yapay zeka bu konuda doğal zekaya yaklaşamaz.
Dünyada tüm yaşamı defalarca yok edecek sayıda nükleer silah varken silah
üreticisi şirketlere yeni kazançlar sağlamak için yenilerini üretme kararı
verilmesi bile tek başına geleceğe yönelik ciddi endişe duymamız için yeterli
değil mi? İnsanlık için yakın tehdit yapay zekanın yüksek zekası değil. Trump,
Prens Muhammed bin Selman ve benzerlerinin doğal zekasıdır.
İklim değişikliği ve çevre felaketiyle
karşı karşıya, savaşların sürekli hale geldiği, her dokuz kişiden birinin açlık
çektiği ve dakikada çoğu çocuk 15 insanın açlıktan öldüğü dünya.
Bilişimde tekeller oluşturan ve
insanlığın ortak bilgisini büyük ölçüde özelleştiren dev yüksek teknoloji
şirketleri nasıl çalışacağımızı, nasıl üreteceğimizi, neler tüketeceğimizi,
nasıl yaşayacağımızı, nasıl düşüneceğimizi nelerden hoşlanacağımızı büyük
ölçüde belirler duruma geldiler. Devletlerin toplumlar üstündeki etkilerinin bu
gücün yanında çok daha az belirleyici olduğunu söylemek abartı sayılmaz. Yapay
zeka ve kuantum bilgisayarları şüphesiz ki söz konusu şirketlerin gücünü daha
da arttıracaktır. Değişimler o kadar hızlanacak ki, büyük olasılıkla uyum
sağlamaya, olumsuz etkilere karşı önlem almaya fazla vakit kalmayacak.
Geçtiğimiz günlerde Singularity Üniversitesi’nde bir konuşma yapan Yazar Michael Gelb, tarihin en büyük
düşünürlerinden Leonardo da Vinci‘den örnekler sunarak içimizdeki potansiyeli en üst seviyeye çıkarma konusundaki fikirlerini paylaştı. Gelb, yaptığı konuşmada üstün yetenek için temel oluşturduğuna inandığı yedi da Vinci ilkesini paylaştı:
Merak: Hayata karşı dindirilemeyecek derecede meraklı bir yaklaşım izlemek.
İspat: Bilgiyi her zaman tecrübeyle sınamak.
Hissetme: Tecrübenin açıklığa kavuşması için hislerin sürekli olarak geliştirilmesi.
Sfumato: (Rönesans Dönemi’nde kullanılan resim tekniklerinden biri. En iyi örneğinin da Vinci’nin Mona Lisa tablosu olduğu düşünülüyor). Belirsizliği ve kuşkuyu kabullenme gönüllülüğü.
Bilim ve Sanat: Bilim ve sanat, mantık ve hayal gücü arasında denge kurmak.
Vücudi olma: İki eli kullanabilme, vücudu zinde tutma ve dengeyi sağlama.
Bağlantı kurma: Etraftaki her şeyin ve her olayın bağlantısını kavrayabilme.
Da Vinci’nin insanın içindeki potansiyeli açığa çıkarma yaklaşımları, günümüzde sağlıkla ilgili kabul gören fikirlerle uyuşuyor.
Özellikle de bu ülkede ebeveynlik nasıl bir takıntıdır hiç düşündünüz mü?
Kendi kendimi gözlemlediğim durumlardan bahsedeceğim.
Çocuklarımın hayatlarına yüksek dozlarda müdahale ettiğimi farkediyorum.
Çünkü odağımda onlar var.
Sanki onların hayatı benim hayatımmış gibi hissediyorum.
Küçükler diye yönlendirilmeleri gerekiyormuş gibi hissediyorum.
Her davranışlarından sorumluyum sanki. Her laflarından her düşüncelerinden ben sorumluyum.
Öyle bir içsel bağ ki bu.. normalmiş gibi geliyor..
Çünkü hayatlarında pekçok şeye ben karar veriyorum, belki de beni yanıltan da bu.. yiyeceklerini, giyeceklerini ben alıyorum, gidecekleri okullara ben karar veriyorum, gezecekleri yerleri de ben seçiyorum.. peki bu bana onların karakterlerine müdahale etme hakkını da verir mi?
Elbette hayır.
Kaptırmış gidiyorum bu annelik davasına..
Onlara sahipmişim gibi.. istemediğim birşey görünce sinir olmak mesela.. halbuki ne haddime!
Halil Cibranın şu meşhur şiiri geliyor aklıma tabii..
Benim öncelikle kendi iç dünyamda bu annelik meselesini doğru yere oturtmam gerekiyor. Çalışan bir anne olabilirim, bol bol seyahat edip çocuklarından ayrı da kalabilen bir anne olabilirim ama iç dünyamda ona yapışık yaşıyorsam bir işe yaramıyor bu!
Bir birey yetiştirmek istiyorum ama bu iş kitap laflarıyla çocuğun başının etini yemek, dır dır dır etmekle olacak iş değil..
Bırakarak ve kendi yaşamınla örnek olarak olacak bişey.. Ne zor şeymiş bu bırakmak…
Okul günleri başladı. Can’ın anaokulu zamanlarıyla Eren’in anaokulu zamanları çok farklı olacak hissediyorum.
Can anaokuluna başladığında bu benim ve tüm ailem için o kadar büyük bir olaydı ki..
Burada sitede bile bir dolu yazılar yazmışlığım var o dönemlerde.
Ne kadar heyecanlıymışım ne kadar toymuşum. Benim kalbimdeki o kaygı aynen oğluma da yansımıştı. Kaygı duyduğum ölçüde de olayları değiştiremediğimi öğrendim artık. Yani ne kadar kaygı o kadar yapamama..
Elbette ki Eren’le yepyeni öğrenmeler yaşayacağım. Can’da öğrendiklerim işe yaramayacak bazen. Çünkü her çocuk farklı ve hepsi farklı şeyler öğretiyorlar anneye. Bu küçük kahraman hassas varlığını öyle saklıyor ki benden, bazen ben bile göremiyorum içindeki titreyen kalbini.. Kocaman adam gibi, abisiyle yarışan, abisinin önüne geçemediği için çıldıran bir çocuk. Yapmaya karar verdiği şeyi yapan, yaptıran bir çocuk. Hedefler peşinde koşturuyor..
Ben ancak çok sakinken ve tamamen ona odaklanmış durumdayken görebiliyorum içinin nasıl sevgiyle titrediğini.
Onu keşfetmek için kendime daha çok yer açabildiğim için mutluyum…
Bu yaz tatilinde aralarındaki ilişki benim düşünebildiğimin ötesine geçti.. Birbirlerinden vazgeçemiyorlar. Aralarındaki yaş farkı az değil fakat büyük küçüğün yaşına hiç zorlanmadan inebiliyor. Eren’in kendisine has söylediği kelimeleri Can da kullanmaya başladı, hatta biz bile.. Artık dondurmaya ailecek do-do-do diyoruz mesela. 🙂 Eren büyürken ben o kadar rahatım ki.. daha az müdahale ediyorum Eren’e.. abisiyle aralarındaki tartışmalara karışmayabiliyorum, yemesine giyinmesine karışmayabiliyorum. Abi de olunca önünde, motor becerileri çok erken ortaya çıktı, kendi kendine yemek yiyebiliyor, çoraplarını çıkartıp terliklerini giyebiliyor, koşup da düştüğü zaman hiç ağlamıyor, isteklerinde direniyor, bir gün veya birkaç saat önce söylediği şeyi hatırlayabiliyor. En sevindiğim olaylardan bir tanesi de insanlara ve onların ne söylediğine hiç takmaması 🙂 etkilenmiyor, kendi kafasındakini yaşamaya devam ediyor. Ona kızarken çok rahatım, “ah içine mi atacak ne yaptım ben” diye kendime kızmıyorum 🙂
‘Presence’ yani an’da kalabilme diyeyim, bu hali korumaya çalışıyorum. Hoş çalışmakla olmuyor tabi de. Kelimeler yerleşmiş bir kere.. Düşünce, düşünmeye ait, beklemeye ait, geçmişe ve geleceğe ait her türlü kelimeyi hafızamdan yok etmek istiyorum! Yapmak, çalışmak, düşünmek, ulaşmak, beklemek, hepsini hepsini..
An içindeyken (çünkü genellikle an dışındayız, an dışında bir şeyler peşindeyiz), orada düşünme diye bir şey yok. Düşünme başladığında anda olma hali kalkıyor. Çünkü daima ‘bir sonraki işi” düşünüyoruz. Bütün hayatımız boyunca hemen her an, bir sonraki yapacağımız işi düşünüyoruz…. ne zavallıca! O bir sonraki an gelmiyor ki, çünkü o an geldiğinde o şimdiki an oluyor. Presence hali hem kendinle hem herkesle hem herşeyle tam bir mutabakat hissettiğin bir an. Yani kabullendiğin.. herşeyi herkesi ve kendini…
Bir sonraki an ile ilgili hiçbir beklentin yok. Hiçbir duygun düşüncen istediğin istemediğin yapacağın yapmayacağın… hiçbir şey yok. Çünkü tüm bunlar hepsi düşünce ve zamanın içinde hapsolmuş bir ben ile alakalı şeyler… O kavramların içine hapsolmuş ben dışındaki O ASIL BEN’E ulaştığında -ki bunun için yaşıyoruz- tüm dünya gözüne bambaşka gözükmeye başlıyor…
Bu asla düşünmeyeceğiz ya da düşünmemeliyiz anlamına gelmiyor. Tabii ki plan yapacağız bir gün sonrasının bir ay sonrasının.. Ama bu planları yapacağız ve bitecek. Plan yaparken, ah öyle mi olsa, böyle mi yapsam, onu yaparsam bu olur, yok öyle olmaz gibi kaygılar endişeler içinde KAYBOLMAYACAĞIZ.
Çocuklarım da bu ‘presence’ halin içinde benimle birlikte bol bol bulunurlarsa daha ne isterim ki onlarla ilgili ben!
Alakasız bir anda geliyor sorular, arabadan inmiş eve girerken mesela “Anne birinin evine hırsız girdiğinde polisi ararız, polis hırsızı yakalar değil mi, yani anne hep iyiler kazanır değil mi?”
Hep iyiler kazanır değil mi? … hadi bakalım..
Bir yandan çok seviniyorum coşuyorum bu soruları duyunca diğer yandan daha özel bir zaman ayırıp uzun uzun anlatmak istiyorum bunu beceremiyorum. Zaman ayırdığım zaman da Can konuşmayı istemiyor oluyor.. Karar verdim sorduğu anda, ne söyleyebilirsem o kadar söylüyorum, başka bir ana bırakmıyorum artık..
Soyut kavramları anlamaya başladığı yaştayız. Yani zihni bir yetişkin zihnine yaklaşıyor artık. “Allah” üzerine konuşmak istiyor, soyutu zihninde bir yere oturtacak senden yardım istiyor. Bence 7-11 yaş arası harika bir dönem!!
Ne mutlu ki, içim olağanüstü rahat bir biçimde oğluma vereceğim cevaplar var. O’na kendi algımı anlatabilirim ve diyebilirim ki “ben böyle hissediyorum sen de büyüyünce böyle veya farklı hissedebilirsin.”
Şöyle bir cevap verdim ona:
“Oğlum her zaman iyiler kazanmayabilir. Daha doğrusu her zaman iyiler kazanmıyor gibi görünebilir. Hırsız eve girer, ama polis hırsızı yakalayamaz. O zaman iyiler kazanmıyor gibi görünür. Ama zaman geçer ve evine hırsız giren insan, “iyi ki böyle olmuş ben bu olaydan birçok şey öğrendim” diyebilir. Yani her olayda hepimiz bir şeyler öğreniriz. Bu iyi bir şeydir. “
Tabii ki ortam müsait olsa konuşur da konuşurum ama zaman yok.. zaten olmasın da. Bir kaç cümleden sonra tam dikkatini toplayamıyor. Çünkü zaten alacağını birkaç kelimeden de alıyor olmalı.
Kafamı takmışım zamana ve hayatımızı nasıl etkilediğine.. ama ciddi takmışım öyle böyle değil.. seneler oldu takalı..
Can 7,5 yaşını doldurdu, hızla büyüyor, bedeniyle zihniyle fikriyle duygusuyla birlikte.. Tabiki bana büyük mücadele alanları yaratarak…
Tam “anladım, bu yaşta böyle anlaşacağız” diyorum.. hop yeniden yeni bir davranış şekli ve düşünceyle karşılaşıyorum!
Daraldığım an geliyor, daralıyorum deyip sinirleniyorum.. hop daha başka bir şey çıkıyor altından, nasıl desem yetişemiyorum gelişmesine Can’ın..
En etkileyici tarafı kendimden bir dolu şey görmem Can’da.. Yüzüme vuruyor yaptığı her şeyle, “bak anne sen böylesin, ben de aynısı oldum” der gibi.. Beklediğim soruları artık sormaya başladı, ölmekle ilgili soruları :)) bana göre en kolay sorulardan biri, sorsun da anlatayım diye hevesle beklediğim konulardan.. arabada bir yere giderken pat diye soruveriyor “anne ölüyorsak niye yaratıldık biz” gibi .. ben de hevesle anlatıyorum.. kendimi çok mutlu hissediyorum ona ölüm, hayatlar, çeşitli formlarda hayatlar, dünya ve diğer mekanlar gibi şeyleri anlatırken.. Uzaylılar var mı diye de soruyor, cevap dakikalarca konuşuyorum konuşuyorum 🙂 neyse ki bıkmıyor dinliyor..
Çok neşeli, rahat, gerilimsiz bir birinci sınıf geçirdik. Her ne kadar okul hayatı, okul müfredatı, okul kültürü gibi içeriğinden hoşlanmadığım bir sistemin içine soksam da oğlumu, artık boşu boşuna kederlenmiyorum. It is what it is.. Olan buysa bana düşen kabullenmek. Bu sistemin içinde doğal olarak, çocuğun özüne ait pek az şey destekleniyor. Evde takviye ettiğim kadar ediyorum. Disipline girme konusunda kabiliyetli olduğu için ve asi bir çocuk olmadığı için Can’ın adaptasyonu beni yormadı. İlkokul çocuğu artık o 🙂 okul kültünü aldı ve gerisi kendiliğinden gelecek.. Öyle veya böyle..
Geçmiş veya gelecek yok, sadece ve sadece şu an var..
“Değişime karşı çıkanlar, cesaretinizi kırmak için her yolu deneyecektir. ” Robert E. Knowling
Dünyadaki insanların bir kısmı değişime direnç göstermekle, bir kısmı değişime ayak uydurmakla mücadele halindeler. Çok az bir kısmı ise nispeten bu iki gruba göre daha rahat. Onlar kimler mi? Elbetteki değişimi başlatanlar.
Dünyadaki değişimden en çok etkilenen sektörlerden biri de şüphesiz eğitim. İşin tuhaf yanı yapılan araştırmalara göre değişime en çok direnen sektörlerden biri eğitim sektörü ve bu sektörde çalışan insanlar.
Gelecek bilimciler, değil birkaç iş değiştirmek insanların 40-50 yıllık çalışma hayatları içinde 4-5 meslek değiştireceklerini öngörüyorlar. Peki bu nasıl mümkün olabiliyor? Elbette teknolojinin sağladığı imkanlarla. İnsanlar dört yıllık bir fakülte mezunu olmadan da gerekli işleri yapacak yeterliliklere uzaktan eğitimler ya da seminerler yoluyla ulaşabiliyor ve altı ay gibi kısa sürelerde yeni öğrendikleri bilgileri hayatlarına anlamlı bir şekilde dahil edebiliyorlar. Günümüzde pek çok insanın mezun olduğu bölümlerden çok farklı alanlarda çalışabiliyor olması bunun en önemli göstergelerinden biri.
*
Bu kadar hızlı değişen bir dünyada başarılı olmanın anahtarı ise sürekli olarak kişilerin kendisini ve bağlı bulunduğu kurumları “optimize” etmesinden geçiyor.
Optimize etmenin kelime anlamı “en uygunlaştırma”.
Tamer Dövücü’ye göre bir şeyi “en uygunlaştırma”; değişmemesi gerekenleri korumak, iyi yaptıklarını iyileştirmek (toplam kalite yönetimi), kötü yaptıklarını çıkarmak ve yeni çözümler eklemek (inovasyon) olarak dört aşamada gerçekleşiyor.
Optimizasyonu kişi bazında ele alacak olursak. Kişinin hayatında değişmemesi gereken şeyler, temel değerleridir. Sevgi, saygı, güven gibi. Örneğin bir insanın temel değerlerinden biri dürüstlükse yalan söyleyen bir insana tahammül edemez.
İyi yaptıklarını iyileştirmek anlamında, bir kişinin toplum önünde rahat konuştuğu halde etkili sunum tekniklerini öğrenmesini örnek verebiliriz.
Kişinin bağımlılıklarından ya da korkularından kurtulmaya çalışması da kötü yaptıklarını çıkarmak olarak değerlendirilebilir.
Yeni alışkanlılar edinme ise kişinin sigarayı bırakıp spora başlaması, endişelerinden kurtulmak için daha çok hayatın içinde yer alması ve bu amaçla çeşitli kurslara ve eğitimlere giderek kendine yatırım yapması olarak düşünülebilir. Bu kişinin kendi kendine inavosyonuna güzel bir örnektir.
*
Eğitim kurumları için “optimizasyon” olmazsa olmaz kavramlardan biridir.
Eğitim kurumlarında optimizasyon gerçekleştirebilmek için sistemleri çok iyi tanımak gerekir. Sistemler, döngüsel ve lineer olmak üzere iki şekilde çalışır.
Sistemler döngüselse ve sistemdeki parçalardan biri vazgeçilmezse çarpıyla çalışır. Örneğin öğretmen- öğrenci ve öğretim metodu şeklinde döngüsel bir sistem düşünelim. Bunların her birine 10 üzerinden bir puan verecek olursak 9x8x8= 580 puan elde ederiz. Bunlardan birinin sıfır olduğu durumda ise diğerleri de sıfırlanır. 9x8x0= 0
Senge’nin Beşinci Disiplin adlı kitabında sözünü ettiği gibi bu durum bize bütünün parçalarının toplamından daha fazla olduğunu sürekli hatırlatmalıdır.
Lineer sistemler ise toplama fonksiyonuyla çalışırlar. Örneğin Türkçede dil bilgisi konularından her biri bir toplama fonksiyonunu oluştururlar.
İnsan vücudu da sindirim sistemi, sinir sistemi gibi pek çok sistemin bir araya gelmesiyle oluşmuştur. Saçlarınız dökülebilir, hayatınıza devam edersiniz. Bu bir toplama fonksiyonudur; ancak böbreklerinizi çıkardığımızda sonuç malum.
İyi bir eğitim yöneticisinin iş yerindeki “çarpanları” gözden kaçırmaması gerekir. Bu çarpanlar iş yerinin sahip olduğu temel değerler olduğu gibi, kadrodaki kişilerden bir veya birkaçı da olabilir. Yani “Hiç kimse vazgeçilmez değildir.” savı her zaman için doğru değildir.
Bunun yanı sıra optimizasyonun üçüncü maddesine göre de vazgeçmemiz gereken şeylerden zamanında vazgeçmemiz gerekir. “Kötü olanları ele!”
Genel anlamda sorunlar, döngüsel sistemleri lineer algılamaktan kaynaklanır. Sistemi toplama olarak görenler sistemin bir parçasını değiştirdiklerinde belirgin bir düzelme sağlayacaklarına inanırlar; ama genelde bu çözümler pek işe yaramaz. Çözüm, çarpan değerleri sürekli olarak iyileştirmekten geçer.
Erdoğan Yılmaz, eğitimi oluşturan öğeleri şu şekilde gruplar:
1. Ayrı rollere sahip insanlar (öğretmenler, yöneticiler, rehberler ve aile)
2. Toplumsal- kültürel değerler (eğitim ortamındaki ilişkiler)
3. Maddi alt yapı (fiziksel yapı, ortam, araç-gereçler)
Bunları döngüsel bir sistem olarak düşündüğümüzde en ortada öğrenci yer alır. Sonuçta her şey “öğrenci” için vardır.
Eğitim kurumlarında karşılaşılan sorunları sistem bütünlüğü içerisinde ele almazsak yalnızca yeni hayal kırıklıkları yaratmış oluruz.
Erdoğan Yılmaz “Eğitime Sistem Düşüncesi ile Bakmak” makalesinde bu durumu şu şekilde örneklemiş: “Öğretmenlerden bir ikisinin “iyi” olması, “çok iyi” bir yöneticinin varlığı ya da “mükemmel” bir fiziki çevre, teker teker iyi olsa da hedefe ulaşmak için yetmez. Önemli olan, bu parçaların uyum ve denge içinde kaynaşmış olması ve etkin bir işlerlik içinde bulunmasıdır. “
Burada sihirli kelime “denge”. Özelllikle döngüsel sitemlerde sistemi oluşturan çarpan fonksiyonlarının birbiriyle denge içinde olması her alanda başarıyı getirir. Denge yitirildiğinde sistem kendini tüketmeye başlar ki en tehlikeli durumlardan biri budur.
*
Öğrenen organizasyonlar yaratabildiğimizde sistemlerin kendilerini tüketmesinin önüne geçmiş ve çözüme biraz daha yaklaşmış oluruz. Bunun için Peter Senge’nin öğrenen organizasyon yaratabilmek için verdiği beş maddelik reçeteyi çok iyi özümsemek gerektiği kanısındayım.
Nedir bunlar?
Birincisi bireysel ustalığı yayma. Senge’ye göre bireysel ustalık sahibi insanlar devamlı öğrenci gibi yaşar. Onlar için öğrenme hiçbir zaman bitmez. O yüzden, bireysel ustalık bir yetkinlik ya da bilgi değildir, bir süreçtir. Bireysel ustalar, zayıf ve güçlü yönlerinin farkındadırlar. Bu yüzden kendilerine güvenleri tamdır.
İkincisi, zihinsel modellerimizin farkına varmaktır. Zihinsel modeller NLP’de meta model olarak nitelendirilen bizi biz yapan düşünce kalıplarıdır. Şimdiye kadar keşfedilen 50′ye yakın meta model bulunmaktadır. Örneğin bazı insanlar görev odaklıdır, bazı insanlar ise ilişki odaklıdır. Eğitim yöneticisinin kimlerin görev odaklı, kimlerin iletişim odaklı olduğunu doğru tespit etmesi gerekir. Çünkü üst kademelerin iletişim odaklı olması, alt kademelerin ise görev odaklı olması daha iyidir.
Üçüncüsü paylaşılan bir vizyon yaratmaktır. Eğitim kurumlarında çalışan her bireyin çalıştığı kurumun vizyonunu çok iyi bilmesi, bunun kendi kişisel vizyonuyla çelişmiyor olması ve bu vizyona tutkuyla bağlı olması gerekir ki bu da başarıyı beraberinde getirir. Senge’ye göre ortak vizyon var ise, “uyum kültürü” değil adanmışlık vardır. Adanmışlık, ulaşılmak istenen ortak hedef için sınırları zorlamayı, deney yapmayı ve inovasyonu teşvik eder.
Dördüncüsü takım halinde öğrenmektir. Senge, ekip üyelerinin varsayımlarını bir kenara bırakıp ortak düşünme sürecini başlattıkları noktada ortak öğrenmenin başlayacağını ve bunun daha sonra ortak harekete dönüşeceğini söyler. Öğretmen Akademisi Vakfı tarafından hayata geçirilen “Meslektaş Çemberleri Yoluyla Okul Gelişim Projesi” takım halinde öğrenmenin en güzel örneklerinden birini oluşturmaktadır.
Sonuncusu ve aslında diğer dört maddeyi birleştiren ve kitaba adını veren beşinci disiplin ise sorunlara sistem düşüncesi ile yaklaşmak. Yani parçaları değil bütünü görmek, başka bir deyişle büyük resmi görmek.
Sonuç olarak eğitim döngüsel bir sistemdir. Döngüsel bir sistem olduğu için de döngüyü oluşturan bütün çarpanların inovasyonu sistemin devamlılığı açısından hayati önem taşır. Sistemleri doğru anladığımızda ve denge unsurunu göz ardı etmeyip başta kendimiz olmak üzere çalıştığımız eğitim kurumlarını optimize ettiğimizde başarı kaçınılmaz olacaktır.